15 Temmuz gecesini hiç böyle okumamıştınız! Tüyleriniz diken diken olacak

15 Temmuz'da yazılan milli irade destanı, aradan geçen dört yılın ardından hatıralarla anılıyor. O günü anlatan hikayeler ve akıllardan çıkmayan anılar, dinleyenlere ve okuyanlara duygu dolu anlar yaşatıyor...

15 Temmuz gecesi darbeci askerler tarafından kapatılan köprüde başından geçenleri anlatan İzzet Arslan'ın yazısı okuyanları bir kez daha o geceye götürdü.

İşte o yazı:

ELİMDE NE KALDI?

Bugüne kadar yüzlerce şiirler, yazılar, kitaplar yazıldı fakat olayın canlı tanıklarından olan ben hiçbir şey yazmadım.

Anlatmak istediğim çok şey vardı aslında, yazılacak çok şey vardı fakat bunları yazıya dökseydim eğer hislerimi, duygularımı tam anlamıyla karşılayabilecek miydi kelimeler?

Sanki bir şeyler yazsam yaşanılan şey anlamını yitirecek gibiydi. Çünkü kelimelerin o denli büyük hisleri anlatmakta yeterli olmayacağını biliyordum. Bu nedenle iki mısra dahi olsa yazıp, içimi bir dağ gibi kaplayan o şerefli hisleri yitirmekten korktum bugüne kadar.

Dün gibi hatırlıyorum kanı donmuş, titrek sesiyle o bildiri zırvasının okunduğu anı

İstikrar ve huzurun temini için daha güçlü bir ilişki ve iş birliğini tesis etmek maksadıyla Türk silahlı kuvvetleri yönetime el koymuştur.

Tüm yurtta sıkıyönetim ilan edilmiştir.

İkinci bir duyuruya kadar sokağa çıkma yasağı uygulanacaktır.

Babamla birbirimize bakakalmıştık bu şaşkınlık yerini az sonra kafamızda beliren yasak düşünceye bırakacaktı; sokağa çıkmak...

Aklımdan nelerin geçtiğini tahmin dahi edemezsiniz. Derhal abdestimizi alıp namaz kıldık. Çıkarken anneme sarıldığımda; olayın ciddiyetini tamamıyla kavramıştım.

O andan itibaren birer suçluyduk. Köprüye doğru yol alırken bizim gibi yüzlerce suçlunun olduğunu gördüm. Yollar polis tarafından kapatılmıştı. Nihayet açtıra açtıra köprüye vardığımızda artık son bir polis ekibi kalmıştı. Açmamakta ısrar etse de, karşısındaki kalabalığa karşı koyamayacağını fark edip şunu demekle yetindi; "Gitmeyin ilerde askeri birlik var!"

Bu cümlenin hiçbirimizin umurunda olmadığını hissederken aradan fırlayan bir abinin "Biz buraya ölmeye geldik!" nârâları beni tasdikledi. Artık önümüzde bir engel yoktu.

İlerlemeye devam ederken karşımızda tanklar ve askerlerin olduğunu gördük, havaya ateş açılmaya başlandı. "bizi korkutmak için yapıyorlar ulan, bize ateş edecek değiller ya!" diyerek sel gibi kalabalığın arasına karıştık.

Yanılmışız... Bu kez kurşunlar üzerimize yağıyordu. Bu duyguyu tarif etmem imkansız, dehşete düştüm. Bütün bir gece yanımızdan geçen kurşunlar ölümü fısıldıyordu kulaklarımıza. Sağımızda solumuzda vurulanlar, kan kokusu ve şehadete koşanlar...

Her ateş açıldıktan sonra bir çığlık yükseliyor birileri yere yığılıyordu. Kimini bacağından kimini omzundan yakalıyordu kahpe kurşun. Hepimiz ölüme teslim olmuştuk...

İnsanların geri dönmeyi bırakın ölümün üzerine koştuğuna şahit oldum o gece. Canlı kalkan oluyordu bedenler, kurşunlar vatana değmesin diye. Kurşunların sevdaya tesir etmediğini bir kez daha anladım.

Bu olay bana geri dönmek nedir bilmeyen Türk Milletinin, 100 yıl önce Çanakkale’de artık buradan sonra gidiş yok deyip

Göğsünü kurşunlara siper edişini, Kınalı Hasanları, Koca Seyitleri, Onbeşlileri hatırlatıyordu.

Herkes oradaydı sağcısı solcusu, Türk'ü Kürt'ü, herkesi kenetleyen bir şey vardı; vatan. Yaşlı insanlar gördüm, çocukları, çocuğunu evine bırakıp sokağa çıkan anaları gördüm.

Bu anaların "Çocuğum anasız büyür de, vatansız büyüyemez!" diyen Nene Hatundan ne farkı vardı? 100 yıl geçse de değişen hiçbir şey yoktu. Türk Milleti bölünmez bir bütündü.

Dün Kafkasya’da, Balkanlarda, Hicazda Allah için at koşturanların torunları bugün tanka tüfeğe karşı yek vücut şanlı bir direniş gösteriyordu. Oradaki herkes buna canlı şahidimdir.

Bu esnada bir ses yükseldi! Sağımdan solumdan her taraftan selâ sesleri yankılanmaya başladı. O an bir heykel gibi kalakaldım. Sanki kendi selamı daha da ötesi bir milletin, bir vatanın selâsını dinliyor gibiydim.

Fakat tam tersine direnişin, dirilişin, yeniden doğuşun sembolüydü bu. Öyle de oldu. bütün gece bu şekilde devam etti. Halk görevini fazlasıyla yapmıştı. Vatanı sevmenin bedelini canıyla kanıyla ödemişti.

Görev sırası artık polisimizdeydi, alkış sesleri eşliğinde köprüye giriş yaptılar. Halkın çatışmadan zarar görmemesi için olacak ki gaz bombası atıldı. Yavaş yavaş köprüden ayrılmaya başladık.

O telaş içerisinde beraber geldiğimiz arkadaşlardan birinin olmadığını far kettik. Arabayı bıraktığımız yere geldiğimizde gördüm. Sinir krizi geçiriyordu. Ayakkabıları, üstü başı kan olmuştu. Yaralı taşıyormuş, taşırken parmağı kesilmiş, saracak bir şey bulamadığı için parmağına bayrağımızı bağlamıştı.

Apar topar hastaneye gittik. Arkadaşımın koluna girip doktor odasına götürdüm. Durumu anlatıp sakinleştirici yapmasını rica ettim. Kısık bir sesle “Tamam” dedi. "Hocam parmağı kesilmiş ona da bakar mısınız" dedim. Elini uzattı. Doktor bayrağı çözüp bana verdi. Bayrağı alıp açtım, o ana kadar her şey normaldi. Al bayrağın rengini nasıl aldığını hepimiz biliriz.

Ama o kadar basit değilmiş... Bunun ne demek olduğunu az sonra yaşayacaktım.

Bayrağı açtım. Bayrağın tam kırmızı yerlerine akmıştı kanı, bayrağın kırmızısına karışmıştı. Bir süre o şanlı bayrağımıza bakakaldım. Kafamı kaldırdığımda karşımdaki iki hemşire benimle birlikte ağlıyordu.

Bayrağın ne anlama geldiğini puslu bir temmuz gecesi kavradım.

Bu yaşanılan her şeyin özetiydi benim için. Bütün her şeyin ne için olduğunun anlamıydı. Yüzyıllardır bu vatan için kan döküp bayraklaşan milyonlarca şehidi gördüm orada ve 251 şehit daha o çok sevdiği al bayraktaki yerini aldı.

Ömerler, Haliller, Erollar, bedelini ödeyip bize bir vatan bıraktı. Bütün bir gecenin sonunda ise elimde kalan kanlı bir bayrak ve vatan için bir şeyler yapabilmiş olmanın verdiği onurdu.